|
|
 |
  SÜMMÂNÎ’NİN HİKÂYECİLİĞİ VE HİKÂYELERİ
  Emrah, Zihnî, Sümmânî gibi halk edebiyatının ünlü temsilcilerini yetiştirmiş olan Erzurum ve çevresindeki âşıklık geleneği, bu elverişli şartların tesiri ve halkın da ilgisiyle halk hikâyeciliğini sağlam bir biçimde yaşatmıştır.
  Halk hikâyeciliği geleneği Sümmânî ile en parlak devrini yaşamış, ondan sonra gelenler sürekli olarak Sümmânî çığırı diyebileceğimiz tarzın takipçisi olmuşlardır.
  Sümmânî sağlığında bir çok hikâyeyi tasnif ederek anlattığı gibi ölümünden sonra da kendi hayatı diğer âşıklar tarafından hikâyeleştirilerek anlatılmıştır. Sümmânî’nin hayatını hikâyeleştirerek anlatan âşıklar şunlardır: Şenlik, Nusret Torunî, Hüseyin Sümmânîoğlu, Dursun Cevlâni, Behçet Mahir.
  Sümmânî’nin sağlığında tasnif edip anlattığı hikâyeler ise şunlardır: Kerem İle Aslı, Latif Şah, Sevdakâr Şah, Tufarganlı Abbas , Elmas İle Kahraman ve Mâhirî hikâyeleridir. Sümmânî, bu son iki hikâye’nin içinde bulunmasından dolayı bu hikâyeleri olduğu gibi veriyoruz
  SÜMMÂNÎ İLE GÜLPERİ HİKÂYESİ
  Sümmânî, Narman ilçesinin Samikale köyünde 1862 yılında dünyaya gelir. Kasımoğullarından olup Hasan’ın oğludur. Asıl adı Hüseyin’dir. Sümmânî ismini soranlara şu cevabı verir:
  Ben bu aşkın cenûnuyam perişân derler bize
  Aşk ile sermest olmuşum, zernişân derler bize
  Ervâh-ı ezelde Hakk’a ikrar edenlerdeniz
  Sâye-i Resulullâh’dan ehl-i imân derler bize
  Tâ ezelden Lebbeyk kelâmı söyledi lisanımız
  Cemâla müşerref etsin halk eden Hallakımız
  Es-Seyyidü’l-Ahmedi Bedevî Sultânımız
  Bezm-i tarîkat içinde dervişân derler bize
  Elestü bezminde Hakk’a ikrar eyledi ervâhımız
  Hamdolsun hamd u senâlar, Hakk’a doğru râhımız
  Halife-i râ-yı zemin şâhımız, sultânımız
  Tabiatı, vilâyeti Ali Osmân derler bize
  Adem Seyfullâhdır bizim adımız ecdâdımız
  Vilâyetten sorarsan çöl Narman’dır yerimiz
  Sebâvetten sorarsan bil Hüseyin adımız
  Âşıkanlar zümresinde kul Sümmân derler bize
  Hüseyin’in babası Hasan, köyünde ileri gelenlerin işlerini yapmakla geçinirdi. Hüseyin on bir yaşına gelince köyün mallarını dağa çıkarıp otlatmaya başladı. O, bir iki yıl evvel köylerine uğramış ve saz çalmış olan bir âşığın söylediği hikâyeleri bir türlü unutamamış ve onları düşünmekten kendini alamamıştı. Hüseyin, âşıktan, kırk yıl saz altında dolaşan, saçı ve sakalı göbeklerine varan, sazlarına bülbül konduran, kırk bir diyarın ahularını gören, âşıklara meydan olan, sohbet kuran, çoklarına pes dedirttiren badeli saz âşıklarının şiirlerini, hikâyelerini dinlemişti.
  Onların anlattığı hikâyeler, yüreğinde çırpıntılar yaratmış ve daha o yaşta tatlı bir şeyler duyar gibi olmuştu.
  Hüseyin, âşıklardan dinlediği hikâyeler yanında, babasından da muharebeler üzerine öyküler dinlemiş ve harpte ölen şehitlere içinde büyük bir sevgi uyanmıştı. Babasıyla beraber bir sabah köyün dışında olan mezarlığa gider. Otlar altında kaybolan mezarlıkta yer yer tümsekler vardı. Bu tümseklerin başında ‘Ablak Taşı’ denilen büyükçe bir taş bulunuyordu. Buraya çoktan beri uğramamış olan babası, bu mezarların üstünü otlar ve dikenlerin kapladığını görünce:
  -Eyvah oğul, buralara ne olmuş! Burada yatanlar erenler ve şehitlerdir. Bu mezarların otlarını temizle ecrini görürsün. dedi.
  Hüseyin, babası gittikten sonra tümsekler üzerindeki otları, dikenleri temizler. Her birinin etrafına küçük taşlarla alçak duvarlar çevirir.
  Güneşin sıcağına daha fazla dayanamayan Hüseyin’in üzerine bir gaflet çöker ve oracıkta uyumaya başlar. Rüyasına bir derviş gelerek ona bir dua öğretir ve bu duayı kırk gün boyunca okumasını ve kimseye söylememesini tembihleyerek kaybolur. Hüseyin bu rüyadan sonra her gün orada duayı okuyarak, günleri de sopasına işaretleyerek geçirir. Kırkıncı gün taşın gölgesinde uyurken rüyasında üç dervişin dikildiğini, evvelce gördüğü başları üzerinde uçmakta olan yeşil kanatlı kırk güvercinin silkinerek birer insan şekline girip etrafında bir meclis kurduklarını görür. Dervişler ona, yeşil yaprak üzerine yazdıkları (G P, İ) harflerini göstererek Hüseyin’den okumasını isterler. Hüseyin bu yazıyı okuyamayınca, hemen abdest aldırarak iki rekat namaz kıldırırlar. Namazdan sonra yeşil yaprak üzerindeki yazıyı okuyabilecek kadar öğretirler. Bu harfler dervişlerin kendisine göstereceği Gülperi’nin baş, orta ve son harfleriydi.
  Dervişlerdin biri boş bir kadehi havaya kaldırarak, kadehi doldurur, sonra Hüseyin’e uzatarak:
  -Al oğul, buna bade derler. Sevdiğin kız akşınadır. Vilayeti Çin-i maçin, şehri Bedâhşan, babası Abbas Han, kendi adı Gülperi’dir.
  Hüseyin, dervişin elinden badeyi alarak zorlukla içer. Vücuduna birden bir titreme, bir âteş düşer.
  Diğer bir derviş başının üzerinde uçan güvercinlerin arasından bir kızın cemalini gösterir. Bu Gülperi’dir.
  -Bak oğul, tepen üzerinde gördüğün kız sevdiğin Gülperi’dir. Hayatın boyunca onun aşkı sende kalacak, o da senin aşkına bade içecek ve sana âşık olacak, ömrü boyunca senin sevdanı çekecektir. Yalnız iyice bak. Gözünü kırpma, yoksa hasreti kıyamete kadar sürer.
  Hüseyin, kızın hüsn-i cemali karşısında gözünü kırpmadan bakamaz. Çünkü o güzel yüzünün şulesi gözlerinin kamaşmasına sebep olmuştu.
  Dervişler Hüseyin’e;
  -Sözümüzü tutmadın, çek ömrün boyunca cezanı, derler.
  Badeler içilince Gülperi ortadan kaybolur. Dervişler Hüseyin’i de yanlarına alarak o korkunç ve efsanevî diyarlardan geçirip Bedâhşan’a getirip onu Gülperi’yi bir daha gösterirler.
  Hüseyin uykudan uyanınca kendini kan ter içinde bulur. Yorgun argın köyüne dönerken, gecenin karanlığında uzaklardan kulağına sert ve hızla gelen bir atın ayak sesleri çarpar. Kendine yaklaşan atın üzerinde heybetle oturmuş ak saçlı bir ihtiyâr vardı. İhtiyâr Hüseyin’e gelerek:
  -Selamün aleyküm Sümmânî, der.
  Hüseyin, Sümmânî kimdir diye bir telaşa kapılır. Bunu fark eden ihtiyâr:
  -Korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin adın Sümmânî’dir. Ablak Taşı’nda ne gördünse, üç ay kimseye söyleme, der ve geldiği gibi birdenbire kaybolur.
  Rüyanın etkisiyle kendinde olmayan Hüseyin, bu olayla da büsbütün kendini kaybetmiş ve bitap düşmüştü.
  Bu olayla beraber Hüseyin’in adı Sümmânî olur. Hüseyin üç ay boyunca köylülerden uzak, içine kapanık bir hayat yaşar. Bütün gününü Ablak Taşı’nın yanında hayvanlarını otlatarak geçiriyor ve rüyasında gördüğü Gülperi’yi düşünüyordu. Üç ay sonra bir kış günü köyün odasında köylüler oturmuş sıra ile türkü söylüyorlardı. Sümmânî de orada idi. Sıra Sümmânî’ye gelince mecliste bulunanlar, çok mahcup olan bu çocuğu daha ziyade utandırmamak için onu geçmek istediler. Halbuki Sümmânî sırasını sabırsızlıkla bekliyordu. Köylülerin sözüne razı olmadı ve kendisinin de bir türkü söylemek istediğini bildirdi. Bunun üzerine köylüler razı oldular. Sümmânî başladı söylemeye:
  Uyandım gafletten oldum perişan
  Bir nur doğdu alem oldu urûşan
  Selam verdi bana üç hûb dervişan
  Lisânları bir hoş sedâsın tek tek
  Lisânları bir hoş eder niyâzı
  Onlar da okurlar harf ile sarfı
  Dediler vakittir kılak namazı
  Cem olup aldılar abdestin tek tek
  Aldılar abdesti uyandım hâbdan
  Aslımız yapılmış hakk u turâbdan
  Okuttular üç hat yeşil yaprakdan
  Okudum harfini Noktasın tek tek
  Okudum harfini zihnim bulandı
  Baktım çar etrafa kadeh bulandı
  O yârin aşkıyla gönlümüz yandı
  Nûş ettim pîrlerin bâdesin tek tek
  İçtim aşk bâdesin gördüm rengini
  Tam on sekiz saat sürdüm cengini
  Yâr yüzünde gördüm üç beş bengini
  Halhalın altında noktasın tek tek
  Düzemedim dostlar ben bu elfâzı
  Yüreğimi yaktı ol peri kızı
  Kara gördüm artık kış ile yazı
  Felek attı bana sillesin tek tek
  Yıllardır düşmüşüm ben bu mihnete
  Yetmedim dünyâda asla hikmete
  Mecnûnu da atmışlardı gurbete
  Kalmıştı gurbetin sılasın tek tek
  Dediler Sümmânî gel çekme elem
  Adamı çürütür derd ile verem
  Seninçün dünyâda kavuşmak haram
  Böyle yazmış kalem Hüdasın tek tek
  Koşmasını söyleyerek herkesi hayretler içinde bırakan ve badeli âşık olduğu anlaşılan Sümmânî, saz çalmayı hâlâ öğrenememişti. Gün geçtikçe Gülperi’nin aşkı da artmakta idi. Her akşam rüyada onunla konuşuyor, Gülperi ondan saz çalmayı öğrenmesini isteyerek:
  -Sazın ‘hû’ sesidir, çabuk öğren, derdi.
  Sümmânî saz çalmayı çok isterdi. Babası da oğlunun bu arzusuna daha fazla dayanamayıp, oğluyla Erzurum’a gelir. Baba-oğui Erzurum’da âşıkların kahvelerine giderler. Babası âşıkların yanına sokulur, onlara oğlunun saz çalmak istediğini söyler, âşıklar da fakirin haline acıyarak bazı nasihatlerden sonra biraz saz çalmayı gösterir, adlarını söylerlerdi. Bir zaman böyle geçtikten sonra Sümmânî saz çalmasını iyice öğrendi. Sümmânî’nin asıl saz hocası ise Âşık Erbâbî’dir.
  Sümmânî saz çalmayı öğrenince orada bulunan âşıklarla atışma hevesine kapılır. Bir gün Tebrizkapı’da bir kahvehanede o zamanın ileri gelen âşıklarından Erbâbî saz çalıp söylemekte idi. Kahveye babası ile giren Sümmânî, Erbâbî’ye atışma teklif edince Erbâbî, Sümmânî’nin hatırını kıramadı. Sümmânî’yi karşısına alarak:
  -Evlat söyleyeceklerimi iyice dinle. Sen çocuksun, vereceğin cevaplardaki kusura ben bakmam. Böyle böyle öğreneceksin. Yalnız âşıkların meclisi kemâl meclisidir. Onlara çok devam et, yüreğinde de bir şeyler varsa o zaman kâmil aşka yetişirsin. Hele şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle, dedi ve iki yoklama beyit söyledi. Âşıklığın kendisine bir Allâh vergisi olduğu Sümmânî, Erbâbi’nin beyitleri bittikten sonra saz ile bir gezinti yaptı. Yoklamalardan sonra Erbâbî:
  -Bunu da dinle oğul, dedi ve bir bağlama söyledi. Sümmânî, Erbâbî’nin söylediği bağlamayı hemen çözdü. Bu defa kendi bağlama söyledi. Erbâbî bunu çözemedi ve bundan sonra Sümmânî koşmayı söyledi:
  Ezel bahâr kadem bassa cihâna
  Aheste aheste kar karı incitir
  Çok da aldanma nefsin fendine
  Galip gelir bir gün kârı incitir
  Zamân ister çıkam cebel dağlara
  El ulaşmaz inem tıfıl çağlara
  Gel güvenme çiçeği çok bâğlara
  Nasib olmaz ise yâri incitir
  Tam ihlâssız muhabbete bend olma
  Aptal olup şerefine bend olma
  Her hayırsız ticarete bend olma
  Zarar gelir bir gün kârı incitir
  Her şâir süremez dostuna râhi
  Kendin idrâk eylemeden o mâhi
  Kendi tecellîsi kendi talihi
  Sümmânî’yi günahkârı incitir
  Sümmânî, yine Erzurum’da bir kahvede saz çalarken, onun küçüklüğüne bakıp da ehemmiyet vermeyenlere karşı badeli âşık olduğunu anlatmak için şöyle der:
  Devrân-ı âlemi seyrân ederken
  Bir sam esti geldi koku tersine
  Baktım çar etrafa seyrân eyledim
  Kondu bu gönlüme korku tersine
  Bu aşkın râhına girdim piyâde
  Cânân beni mecnûn etti rüyâda
  Derdim bin tabibe kıldım ifade
  Onlar sardı bana yakı tersine
  O dâr-ı dünyâda olmam âşikâr
  Geçer çağ-ı ömrüm olur târumâr
  Yârdan nâme geldi bana bergüzâr
  Talih emreylemiş oku tersine
  Elharis değildir mahrûm kim sever
  Böyle buyurmuşdur habib-i server
  Sümmânî kiminin ikbâli yaver
  Kiminin dolanır çarığı tersine
  Sümmânî, o sırada Erzurum valisinin davetine gider. O gece orada valiye ve çevresine bir sohbet verir. İkinci gece valinin ailesi, kadınlar topluluğuna Sümmânî’yi çağırır. Kocasını çok seven valinin hanımı kalbinde bir sır tutar. Bu sır ‘Kocam ve ben bir yastıkta ölecek miyiz?’ dir. Bunu Sümmânî’ye sorar. Sümmânî gaibini Allâh bilir derse de kadının sırrını şöyle açıklar:
  Uc almak mı var uc almak mı var
  İki baş bir yastıkta kocalmak mı var
  Valinin iki de kızı vardır. Birisini eline şerbet, diğerinin eline sigara verilir. Sümmânî’ye ikram edilmek için valinin hanımı kızlarına ‘Sümmânî’ye şerbeti uzatın ve geri çekilin’ der ve Sümmânî’den bu iki kızının methiyesini ester. Sümmânî:
  Küçük badon ne pek nazik gezer
  Süklerde lebleri bağrını ezer
  Yakmış sigarasın kendine benzer
  Bu meydana geldi bir çift şehzâde
  Büyük badon pehlih kabın doldurmuş
  Ağ ellerin abra suya daldırmış
  Gözyaşı ile bana kadeh doldurmuş
  Bu meydana geldi bir çift şehzâde
  Sümmânî bu olaydan sonra köyüne döner. Erzurum’da bulunduğu müddet içinde saz çalmayı da iyice öğrenmişti. Sazını bir bülbül gibi inleten Sümmânî’nin sesi çok iyi değildi. O, sesinin kusurlarını saz ile örterdi ve sesinin iyi olmadığına vahlanırdı.
  Sümmânî’yi köyünde sevmeyen yoktu. O, her akşam köylüyü toplardı. İçlerinden köyün gün görmüş sayılan ihtiyârları Sümmânî’ye aşkın bir âteş olduğunu ve insanı yaktığını söylerlerdi. Sümmânî bunlara:.
  Bugün bir güzele meyil vermişim
  Sararım sineme nic’olur olsun
  Varır kapısına kavga ederim
  Dökerim kanımı nic’olur olsun
  Seyyâh olup âlemleri gezerim
  Hançer olup kara bağrım biçerim
  Kendi dertlerimi kendim yazarım
  Yazarım derdimi nic’olur olsun
  Sümmânî sazını çalar cur’adan
  Yiğit olan çeker akı karadan
  Bugünkü kısmeti verir yaradan
  Yarınki kısmetin nic’olur olsun
  Günler geçtikçe Sümmânî sevdiği Gülperi’nin hasretine dayanamayacak hale gelir. Köyünde durmaz olur ve sevdiğini aramaya karar verir. Babası buna razı olmaz. Onu bir daha göremeyeceğinden korkan babası, Sümmânî’yi fikrinden vazgeçirmek ister. Fakat Sümmânî’nin ‘Gülperi’ye olan hasreti kıyamete kadardır. Ama belki bulurum veya olur ki hiç olmazsa yolunda ölürüm’ der. Onu bulabilmek için verdiği bu karardan hiçbir şeyin döndüremeyeceğini söyler ve şu şiiri çalardı:
  Vahşi güzel olsa yamân denilmez
  Münasipsiz atlas asla giyilmez
  Ham ağacın ham meyvesi yenilmez
  Mizaç ehli isen yetişmek lazım
  Sevdiğim bir güzel kalem kaş ama
  Edâlı cilveli ser-nakkaş ama
  Güzelin sefası namı hoş ama
  Evvelce uğrunda çalışmak lazım
  Sümmânî bu hali gördü rüyada
  Ne bilsin dil ile elde ifade
  Ona erişilmez gider piyade
  Binip aşk atına ulaşmak lazım
  Babası ve köylüler Sümmânî’yi bu yoldan vaz geçiremezler. O, ısrarlara kulak asmadı. Köyünden çıkarken babasına şu koşmayı söyledi:
  Tarih seksen dokuz on bir yaşımda
  Aşk âteşi şirin câna düşüptür
  Bunca müddet gezdim aşk peşinde
  Benim işim el amâna düşüptür
  Felek beni koydun gam âteşine
  Gündüz hayalimde gece düşümde
  Tarih seksen dokuz on bir yaşımda
  Yâr âteşi cism ü câna düşüptür
  Kalksak bu yerlerden hicret eylesek
  Yârâna ahbâba minnet eylesek
  Yâri arzulasak niyet eylesek
  İndi yolum Gürcistan’a düşüptür
  Gürcistan’da kılsak kavl ü kararı
  Gün-be-gün artmakta ömrüm zevli
  Orda bulamazsın şâh-ı maralı
  Ordan yolum Küfristan’a düşüptür
  Küfristan da bilmez garip halinden
  Bir gece ayrılmış leb-i la’linden
  Bana derler yanılmışsın yolundan
  Senin yolun bir ormâna düşüptür
  Ormânda çeküben düş alsam dâra
  No’lur pîrim beni o yerde ara
  Önümüze çıktı Belh ü Buhara
  Dedim:Belki yâr bu yana düşüptür
  Dediler hep senin halin ne haldır
  Yârâb bu yarayı serimden kaldır
  Yâr diyârı buraya üç aylık yoldur
  Dediler yolun bir Türkmân’a düşüptür
  Türkmân’da güzel çok nidem vasfını
  Gönül arar orda bulamaz hısmını
  Onlar derler ki: biz bilmedik ismini
  Derler: yolun Nemruthan’a düşüptür
  O Nemrutlar geldiğimi duyarlar
  Kement takarlar zindanlara koyarlar
  Sağ adamın derisini soyarlar
  Onlar şirin tatlı cana düşüptür
  Âşıklar neylesin dünyâda malı
  Ölene dek çeker bu âh u zârı
  Yedi millet dil bilmezden o yanı
  Yâr diyârı Bedâhşan’a düşüptür
  Bedâhşan dediğin camdır şişedir
  Çar etrafı ormânlıktır meşedir
  Seksen bir mahalle dört bin köşedir
  Ben garibim yar ne yana düşüptür
  Benim atam ile yâren arası
  Yüreğimde yanar aşk pervanesi
  Sağ kol ışık mahlesinde hânesi
  Yâr oturmuş köşk ayvâna düşüptür
  Âhımdann tacizdir dereler dağlar
  Şecerler âh çeker mahrûlar ağlar
  Üç beş halayıkı anda el bağlar
  Baş hizmetçi Şehribân’a düşüptür
  Sümmânî âh çekip ağlama yâre
  Dolansan cihânı bulunmaz çare
  Dedim ne tarihte kavuşam yâre
  Yevm-i mahşer o divana düşüptür
  Sümmânî, gündüz hayalinde gece düşünde yaşattığı sevgilisinin peşine düşer. Kafkasya, Tiflis, İran, Afganistan, Hindistan, Kırım’ı gezer. Sümmânî bir gün bir köye gelir. Akşamı orda geçirir. Köyde Sümmânî’yi sazı omuzunda görenler bir âşık olduğunu anlarlar ve etrafına toplanırlar. Nereye gittiğini soranlara, sevdiğini aramaya çıktığını söyler. Bundan dolayı kimi Sümmânî’yi beğenir, kimi de beyhude yere kendini yorduğunu söylerdi. Sümmânî ise cevaben şu koşmayı söyler:
  Dinleyin ağalar dinleyin beyler
  Bu garip gönlüme güz gele korkam
  Ne bilir sözünü ben divaneler
  Gönül sınırına yaz gele korkam
  Âşık olan güzelleri öğerler
  Sözün bilmez hatırını değerler
  Darılırlar gücenirler söğerler
  Ben sebep o yâre söz gele korkam
  Acep nedir Sümmânî’nin ilacı
  Bu nasihat olsun sizlere bacı
  Dedim belki olam bâğa bâğbâncı
  Ben bâğa gelmeden güz gele korkam
  Sümmânî, Kafkas topraklarından ayrılıp İran’a geçer. Köyden köye, şehirden şehire gezer. Bir gün bir yol uğrağında bir eğlence yerine rastlar. Orada bir çok kadın eğleniyor, gülüp söylüyorlar, her biri top top oturmuş, semaverlerini kurmuş çay içiyorlardı. Sümmânî, içlerinden genç bir kadını görünce şaşırır ve şu koşmayı söyler:
  Penek kazasından bâğlar seyrine
  Bir gelin seyrettim eller kınalı
  Al ihram örtünmüş serv-i kamete
  Yakışmış o boya beller kınalı
  Nazlısın nazenin hangi cân için
  Münasipsin vezir için hân için
  Bülbül terk eylemiş gülü sen için
  Hem kadem basdıkça yerler kınalı
  Sümmânî meth etti şirin söz ile
  Yaktın beni bir çift ela göz ile
  Bâğlardan azmetmiş yüz bin naz ile
  Tekellüm danışır diller kınalı
  Sümmânî İran içlerinden seyahate devam ederken bir çok zorluk çekmeye başlar. Yabancı memleketler, yabancı insanlar..bunların içinde Sümmânî’yi tanıyan ve onun dertlerini dinleyen bir kişi dahi yoktu. Bu yalnızlık Sümmânî’yi hasta etmekte idi. Lakin yüreğinde gittikçe büyüyen aşkı ona kuvvet vermekte idi. Seyahatinde yalnız zamanlarında söylediği koşmalardan biri:
  Cânânım var iken ben kande gidem
  Cânândır gösteren mal kapısını
  Kime sual edem kimden öğrenem
  Göstere cânânın yol kapısını
  Bir dilber sevmişem göze görünmez
  Bahçıvansız bâğın gülü dirilmez
  Yağma yoktur sır şehrine girilmez
  Girmek ister isen bul kapısını
  Divaneler kendi kendin öğerler
  Nihayet huzurunda boyun eğerler
  Şüphe yoktur gelip kapın döğerler
  Eğer döğmüş isen el kapısını
  Her belaya tahammül kıl şükreyle
  Her nefesde Yaradana zikreyle
  Her kelâmın derûnunda fikreyle
  Açma malayani dil kapısını
  Sümmânî bîhaber değil bu râhdan
  Asla kurtulmadı hicrândan âhdan
  Her ne ister isen iste Allâh’dan
  Derden deva bilme kul kapısını
  Diyar diyar gezen Sümmânî’nin bedeni bu yorgunluğa fazla dayanamaz ve gurbet elde hastalanır. Gönül hastalığı ile beden hastalığı Sümmânî’yi büsbütün harap eder. Bir handa yatan Sümmânî’nin yanında derdine deva olacak hiç kimse yoktu. Yattığı hanın sekisinde, ara sıra ona bir iki bardak çay getiren hancı vardı. Sümmânî, hancının yardımıyla iyileşerek köyüne dönmeye karar verir. Köyünde tam sağlığına sağlığına kavuşup tekrar Gülperi’yi arama niyetindeydi. Yola çıkmadan önce şu koşmayı söyledi:
  Arzu maksûduma gûş u âhıma
  Nöbet geldi varmadan mı gideyim
  Yüzler sürüp ayağı toprağına
  Derde şifa sormadan mı gideyim
  Köprüsü yok bir seylaba yanaştım
  Kâfir idi dört kitaba yanaştım
  Yandı içim o mehtâba yanaştım
  Yâr şehrine girmeden mi gideyim
  Ben o yâri sevdim o ettikçe nâz
  Kaç yıldır bu yolda eyledim niyâz
  Bilmem ara yerde nedir itirâz
  Ya ben onu görmeden mi gideyim
  Sümmânî der güle bakmak ne müşkül
  Gonca açar gelir konar bir bülbül
  Filiz verdi baş kaldırdı o sümbül
  Geldi hazan dermeden mi gideyim
  Sümmânî yıllar sonra Samikale’ye gelir. Eşini dostunu görünce içi açılır. Köylüler başına gelenleri anlatmasını isterler. O da sıkıntılı bu macerayı hem anlatır hem ağlar hem şu koşmayı söyler:
  Kulak verin sözlerime ey ihvan
  Diyelim ki benim halim nic’oldu
  Dostlarım ey candan aziz dostlarım
  Bilmiş olun ki ef’alim nic’oldu
  Hâlimi âduya etmeyin izhâr
  Gönlümde dert var keder var
  Yaktı derûnumu ol ahu nigâr
  Görün şimdi benim hâlim nic’oldu
  Sümmânî der sağalmadı yâreler
  Firkât onu bir kat dahi pâreler
  Yol vermedi geçem dağlar dereler
  Dostlar benim leb-i la’lim nic’oldu
  Sümmânî köyünde epeyce bir zaman kalır. Bu zaman içerisinde çok iyi arkadaşlar edinir. Bunlardan biri de Oltu’nun Pitkir Köyü’nden Ahmet’tir. Sümmânî’nin söylediği koşmaların hepsi Ahmet’in ezberinde idi. Sümmânî, saz âşıklarının yaptıklarına uyarak kendi şiirlerinin unutulmaması için Ahmet’e ezberletiyordu. Narman’da hiç rahat değildi. Aklı fikri Gülperi’de idi. Ahmet, Sümmânî’nin ızdıraplarından kurtarabilmek için onu bir köye götürür. Samikale’ye yakın olan Şekerli Köyü’ne bir sünnet düğününe giderler. Bir kış gününde düğün yapılan ev kalabalığın ağırlığına dayanamayarak çöker. Gönül zaten yaralı olan Sümmânî, bu acı üzerine büsbütün perişan olur. Bu olayda yüze yakın insan ölür. Sümmânî bu üzücü olayı otuz iki kıtalık destânında dile getirir. Sümmânî daha sonra Ardahan’ın Değirmenli Köyü’ne gider. Orada verilen ziyafette şu koşmayı söyler:
  İsm-i semaverin vasfın edeyim
  Yâren ü ahbâbın dem hânesini
  Bahra dalga vurup cûşa gelende
  Sürûr u serinde pervânesini
  Sedâ-yı bülbüldür murg-ı misâli
  Cezbeyi âteşten ayırmak hâli
  Akar memesinden âb-ı Zülâlî
  İstek meclisinin mestânesini
  Hizmette perverde almıştır demi
  Getirir sürûru defeder gamı
  Sümmânî eline aldıkça câmı
  Gör ne renkte görür nişânesini
  Sümmânî Ardahan’dan ayrılıp Posof’a gelir. Âşık Zülâlî’yi konuk olur. Şenlik’de ordadır. Zülâlî’yle atışmakta olan Şenlik, Sümmânî’ye bir nazire yapmasını ister. Sümmânî şu dörtlüğü söyler:
  Adem-i Seyfullâh makam-ı peder
  Cennette iğvaya bir kere düştü
  Sürün dedi mollam takdir-i kader
  Cennetten dünyâya bir kere düştü
  Sıra Şenlik’e gelir:
  Hışm-ı nâr içinde gülistân gözü
  İbrahim Safa’ya bir kere düştü
  İsmail’e gelen koç kurban kuzu
  Cennetten Mina’ya bir kere düştü
  Şenlik de bitirince, iki misafir ev sahibine baktılar ve son parçayı Zülâlî’nin söylemesini istediler. Zülâlî şu dörtlüğü söyler:
  Türâbdan bir avuç hâk aldı kaddes
  Bu zemin lerzeye bir kere düştü
  Beytullâh yerine Beytü’l-Mukaddes
  Kuruldu Kâbe’ye bir kere düştü
  Sümmânî, Gülperi’yi aramayı bırakıp köyüne döneli on yıl olmuştu. Bu zaman içinde çok yerler gezdi. Ama hiçbir zaman Gülperi’yi unutmamıştı. Zaman içinde ümidini iyice kaybetmişti. Narman’da gönlünü başka bir güzele kaptırır. Kötü niyetli olan Kara Osman Sümmânî’ye o kızı alacağına söz verir. Sümmânî düğün hazırlığı için Erzurum’a gönderilir. Sonra Kara Osman Sümmânî’nin sevdiği Mine’yi kendi oğluna alır. Aradan zaman geçer ve Erzurum’dan dönen Sümmânî Narman’a gelirken tarlada çapa yapan kızları görür. Alır sazı eline ve sevdiğini kızlara sorar:
  Gitti şita geldi yazlar
  Hasret yolum seni gözler
  Cânım kurban size kızlar
  Söyle yârim içizde mi
  Yol üstünde törelisiz
  Bilmiyorum nerelisiz
  Hangi köyün maralisiz
  Söyle yârim içizde mi
  Bu yollar size yoludur
  Sümmen size gul mudur
  Bir söylem diliz lal mıdır
  Söyle yârim içizde mi
  Kızlar cevap verir:
  Alah Allâh bu ne gündür
  Derdiniz doksandır bindir
  Biz ne bilah yârin kimdir
  Yoktur yârin içimizde
  Sümmânî:
  Bahçelerde güller septi
  Bülbüllerin bu feryadı
  İsmi güzel Mine adı
  Söyle yârim içizde mi
  Kızlar:
  Yâd eller gülün dediler
  Herkes murâda erdiler
  Sevgilin yâda verdiler
  Yoktur yârin içimizde
  Sümmânî:
  Kızlar bağrım ettiz talan
  Hak üçgüme deme yalan
  Sevdiğimi kimdir alan
  Söyle yârim içizde mi
  Kızlar:
  N’oldu Sümmân sana n’oldu
  Sarardı gül benzin soldu
  Kara Osmân’a gelin oldu
  Yoktur yârin içimizde
  Sümmânî:
  Dilber yanağın âl olsun
  Söyleyeni hal hal olsun
  Ağzında dilin lal olsun
  Söyle yârim içizde mi
  Kızlar:
  Vah bu kâldı bahtı kara
  Âşık sanma intizara
  Ne yanarsan kötü yara
  İşte göçtü içimizden
  Bir gece Sümmânî’nin rüyasına bir pîr gelerek Kırım’a bir seyahat yapmasını ister. Sümmânî yaşanan bunca olaylardan sonra bir yere çıkmak istemez. Yine Gülperi’nin ardından gitmek için izin istese de, pîr ona izin vermeyerek Kırım’a gitmesini ısrar eder. Sümmânî belki bunda bir hikmet vardır diyerek ertesi gün istemeye istemeye yola çıkar. Belki de Gülperi’yi orada bulacaktı da pîr onu evvelden haber verdi. Böyle nice hayaller kurarak Kırım’a doğru yola koyulur. Yolu Trabzon’a iner. Burada Kahraman’la tanışır ve onun dertlerini dinler. Polathaneli Âşık Karari ile tanışır ve onunla atışmalar yapar. Trabzon’dan sonra Kırım’a gelen Sümmânî, Kırım sokaklarında dolaşırken bir fırıncıya uğrar. Fırıncı ise İspirli Muharrem Usta idi. Muharrem Usta, Sümmânî’nin koşmalarından onun hemşehrisi olduğunu anlar. Ona kim olduğunu, nereden geldiğini sorar. Sümmânî başından geçenleri bir bir anlatır. Muharrem Usta Sümmânî’nin namını daha önce duymuştu. Onu böyle zamansız, vakitsiz karşısında görünce çok şaşırır ve hürmet eder. Günlerden bir gün fırının tezgahında otururlarken, Muharrem Usta Kırım’da bir saraydan bahseder. Sarayın kapısında bir taşın asılı olduğunu, içeri girmek isteyenler günahsız iseler girebildiklerini, günahı olanların ise gireceği sırada taşın başlarına vurduğunu anlatır. Muharrem Usta, Sümmânî’yi saraya girmeye teşvik eder. Sümmânî, evvelâ korkar ama sonra girmeye razı olur. Abdest alır ve kapıya korka korka yaklaşır. Yavaş yavaş taşın altına girer ve yürümeye devam eder. Taş başına inmeden içeri girer. Sarayın her yerini gezer, görmediği yer kalmaz. Taş inmeden dışarı çıkar. Muharrem Usta’nın yanına gelir. Gördüklerini oradaki halka anlatmaya başlar:
  Vardım Kırım ülkesine divanı Hansarayın
  Gönlümü müşerref etti dört yanı Hansarayın
  Görüben seyrân eyledim bâğın bostanını
  Ol bâğ-ı cihâna benzer gülşeni Hansarayın
  Ol sarayı bezetmişler ne güzel nakı ile
  Gören gözler hûn olup dolar çeşmi yaş ile
  Limon portakal karpuzu ol elmas tıraş ile
  Yemeden terk-i cân eylemiş sultânı Hansarayın
  Ehl-i ârif sıdk-ı sâdık ser-giriftar ordadır
  Her vesile mâhi üzere gûşe-yâr ordadır
  Ol hâbibin sancaktadır melik ejder ordadır
  Himmeti zâhir olunsun irfânı Hansarayın
  Üç yüz elli beş talebe ders okurlar ihyası
  Bahr-i muhib gibi coşar bu deminde kimyası
  Dağıstanlı bir müderris ol ilminde deryâsı
  Sini otuz beş yaşında sultânı Hansarayın
  Yüz seksen mürşidân var akıtır gözünden yaşı
  Kimi rufai Mevlâna kimi tarik-i nakşi
  Bâbında var selasil kullara mehenk taşı
  Adamı mehenge çeker insanı Hansarayın
  Vardık pâyitaht yerine gönlüm doldu hararet
  Hamd olsun hamd u senâlar gözüm kıldı ziyaret
  Bir ceylanın derisine yazılı o cümle ayet
  Osmân-ı Zinnureyn yazmış bu hattı Hansarayın
  Odalarında bulunur cümle bayı gedâsı
  Ayeti hadisle yazmışlar çar köşe ifadesi
  Leğen ibrik peşrih ile sarılı seccadesi
  Sanarsın bugün sarılmış erkânı Hansarayın
  Atı gümüşten yaymışlar ne güzel hamamları
  Sedre ser döşeli her yeri Horasan halıları
  Yarı yanmış yarı sönmüş var altın şamdanları
  Her tarafı cilâ vermiş rüşânı Hansarayın
  Bana derler vasfedersen var mı bunun dahası
  Bir hazineye mâlik olur bir taşın pahası
  Yanında var bir bekçisi devirmiş ejderhası
  İbtidâ hasmı oymuş düşmânı Hansarayın
  Gelip bir bir âlimleri hoş emir sarığ ile
  Dost ile dost olmaktadır gezmenler farığ ile
  Beş yüz elli beş efendim böyle bir tarih ile
  O tarihe makam tutmuş makâmı Hansarayın
  Vardım pâyitaht yerine bu gönlüm safa ile
  Şâh o mevkiyi terk etmiş gör nice cefâ ile
  Seyrimize sebep olan Muharrem Usta ile
  Sümmânî’den kaldı eser destânı Hansarayın
  Sümmânî kışı Kırım’da geçirir. Yaz olunca geldiği yoldan Narman’a döner. Artık kuvvetini kaybetmiş olan Sümmânî’nin her gece rüyasında Gülperi’yi aramaya çıkması için işaret beklemesi bu işareti almadan seyahate çıkamaması tembihlenir. Bu kendisini çok üzmüştür. Ara sıra köyleri dolaşıyor bu sıkıntıyı üzerinden atmaya çalışıyordu. Bir gün köy kahvesinde otururken şu meşhur koşmayı söyler:
  Acep seni nasıl hoşnud edeyim
  Ağam nefis paşam nefis hân nefis
  Ben senin elinden nice edeyim
  Zirâ elindedir cism ü cân nefis
  Çektiğim meşakkat senin yüzünden
  Helâk olur kim gitse izinden
  Kâbil değil çıkmak senin sözünden
  Alış nefis tutuş nefis cân nefis
  Kendi fikrin hizmet eyler kanarsın
  Kemlik eder iyilik ettin sanarsın
  Beni yandırırsan sen de yanarsın
  Var mı ara yerde ya sen ben nefis
  Bilmedin hiç kadir cehalet ettin
  Aldatıp âlemi rezalet ettin
  Yetmez mi bu kadar delalet ettin
  Usan nefis utan nefis dön nefis
  Hava ve heveste olmuşsun vezir
  Sorsan var mı müşkül dersin lâ-nazir
  Huzur u bâride olursun rezil
  İnan bana gel sen gel inan nefis
  Bu dünyânın her zevkinde payın var
  Yalan yanlış her bir şeyde elin var
  Bunca arzu ettin elde neyin var
  Şeref nefis şöhret nefis şân nefis
  Dilberlerin alâsını arzu et
  Yeşil dağın lalesini arzu et
  Yârin gönül kalesini arzu et
  Aciz Sümmânî’yi bir yol an nefis
  Sümmânî köyde bulunduğu günlerde küçükken hayvan otlattığı ve orada uyuduğu zaman pîrin, Gülperi aşkına bade verdiği Ablak Taşı’na gider, orada oyalanırdı. Kışı Narman ve Erzurum’da geçirir kahvelerde saz çalar türkü söylerdi. Bir gün Erzurum’da kahvede otururken, kahvedekilerin bazıları ‘Falan Sümmânî’den daha üstündür, filan âşık burada olsa Sümmânî ‘vay saz seni nereye saklayayım’ diye aklını şaşırır’ diye dedikodu yapmaktaydılar. Bunlar sesli konuşulmakta ve Sümmânî’nin kulağına kadar gelmekteydi. Sazı eline alarak onların konuştuklarını hiç işitmemiş gibi böylemeye başladı:
  Kahramân-ı katil olsan âlemde
  Bir gün sana çatar el oğlu
  İnsan hukukundan vaz geçer sanma
  Bir gün gelir yakanı tutar el oğlu
  Hiç arzu ettin mi akıl fendine
  Dâim aldanırsın nefsin merkine
  Ben cevherim dersen kendi kendine
  Seni bir paraya satar el oğlu
  Sümmânî fehmin her ne bir kelâmda
  Var mıdır sen gibi darü’s-selâmda
  Ağrı Dağı dahi olsa âlemde
  Akıl kantar ile tartar el oğlu
  Sümmânî bunu söyleyince kahvede bulunanlardan onu sevenlerin içine bir gurur, ferahlık gelir. Diğerleri ise mahcup olur. Sümmânî zaten kendini büyük görmediği için bunların sözü üzerine yine sazı eline alır:
  Ne kadar hüd olsa şecer üstünde
  Dalında bir çiçek açmayı bilir
  Yetişir yerinir kale burcunda
  Gönül arzedene saçmayı bilir
  Adem var esrar-ı beden nilhandır
  Zâhiri melamı bâlı sultândır
  Adam vardır ki muhit-i ummândır
  Adam ver ki yiyip içmeyi bilir
  Adam ver gösterir dert kapısını
  Adam var fetheder kan kalesini
  Adam var getirir müptelasını
  Adam var hızlıdan kaçmayı bilir
  Adam var dercetmiş kalem Kur’anı
  Adam var keşfeder her bir buhtânı
  Her bir halden bi-haberdir Sümmânî
  Sazına üç beş koşmayı bilir
  Gülperi ise Sümmânî’den bir haber alamadığına çok üzülür. Bir gün Bedâhşan’dan tellal çağırttırır. Sümmânî’yi aratmak için iki kardeş görevlendirir. Sümmânî’yi bunlara iyice tarif eder.
  Aradan günler aylar geçer. İki kardeş Kafkas taraflarına gelirler. Birden birinin gözüne iki adam ilişir. Bu adamları kardeşine göstererek, birinin Sümmânî’ye benzediğini söyler. İki kardeş bu adamların yanına yaklaşırlar. Adamlara Sümmânî adında birisini aradıklarını söylerler. Adamlar:
  -Biz onun akrabalarındanız. Sümmânî yakında öldü. Gülperi adında bir kızı sevmişti. Bu kızın aşkı için pîr elinden bade verilmişti. İşte o vakitten beri Sümmânî Gülperi’nin âşığı olmuştur. Onun için sıkıntılar çekti. Sormadığı adam, gezmediği yer kalmamıştı. Sonunda da bulamadı. Daha ölmeden birkaç gün evvel rüyasını görmüştü. Günlerce ağladı, son dakikasına kadar Gülperi’nin acılarını çekti. Adını dilinden bırakmadı. Ona hasret gitti. Belki ahirette görüşmeyi Allâh nasib eder.
  İki kardeş Sümmânî’nin ölümüne çok üzülürlür. Artık Sümmânî’yi aramaya gerek kalmamıştı. Gülperi’nin aşkıyla hastalanan Sümmânî 1915 yılının bir kış sabahında bu dünyadan ayrılmıştı. Bunu Gülperi’ye nasıl söylemeliydi.
  İki kardeş Bedâhşan’a dönmüşler ve doğruyu Gülperi’ye söylemeye karar vermişlerdi. Onlar şehre girerken Gülperi’nin de cenazesi kalkıyordu...
  Der Sümmânî tamam oldu muhabbet
  Biz varalım siz olasız selamet
  Kalktı bu karyeden çekildi kısmet
  Göründü gözüme yol yavaş yavaş
|
|
 |
|
|
|
Bir adam başına mürşit olamaz
Varıp bir kâmile danışmayınca
Cândan geçmeyince cânân bulunmaz
Gönül her eşyaya karışmayınca
Kâmiller sevmezler kendi pâyesin
Onlar kaldırmışlar dünyâ riyâsın
Kimse bilmez hiç kimsenin mayasın
Onla kalkıp düşüp konuşmayınca
Sümmânî’yem görmedim hiçbir sefâ
Her sefa dalına konmuş bin cefâ
Her ne istedimse yokdurur vefâ
Tarikat kulpuna yapışmayınca
NE FAYDA
Bir menzile başa kadar varmasan
Sen o yola kervan olsan ne fayda
Bir dilberin makamına konmasan
Hayâl ile mihmân olsan ne fayda
Bir ikbâl ki kara olur kalemde
Sözü hor görünür her bir kelâmda
Bir güzel ki seni sevmez âlemde
Yâ sen ona hayrân olsan ne fayda
Arabi Farisi dilin olmasa
Bülbüle münasip gülün olmasa
Asla bir meslekte elin olmasa
Dava ile sultân olsan ne fayda
Deli gönül bu isyandan beridir
Bir âh çekse dağı taşı eritir
Her bir güzel bir yiğidin yâridir
Elin güzeline baksan ne fayda
Gel Sümmânî yaradanı zikreyle
Verdiği nimete dâim şükreyle
Yamân işi tâ ezelden fikreyle
Başa geçip pişmân olsan ne fayda
|
|
Bilmezsen ilm-i ibare
İrfanda mahsun olursun
Bir ibare bir dubara
Lisanda mahsun olursun
Refik olursun hizana
İşin uğramaz düzene
Ekme tohumun hazana
Harmanda mahsun olursun
Sen sana bak eyle nazar
Sen sana bak kime benzer
Sermayesiz açma pazar
Dükkanda mahsun olursun
Sen sana bak eyle yazık
Sen senin yolan al azık
Sefinen çıkarsa bozuk
Ummanda mahsun olursun
Sümmani söyler eş’arı
Her yerde açmaz esrarı
Benim demezse muhtarı
Divanda mahsun olursun
|
|
İşitme her sözü ol guş-u sağır
Beladan sakınmak noksanlık mıdır
İmkansız bir işe bağır ha bağır
Barbarlık eylemek insanlık mıdır
Söz söyle gönlünün iktidarınca
El elden üstündür arşa varınca
Süleyman’a söz öğretti karınca
Maslahat dinlemek nadanlık mıdır
Arifler her vakit nasihat eyler
Aklı olmayanlar öğüdü neyler
Dost dostun her sözü yüzüne söyler
Doğru söz söylemek düşmanlık mıdır
Sümmani daima ilimden bıkmaz
Aklı olan yoldan kenara çıkmaz
Yiğit odur gücü yettiğin yıkmaz
Ölmüşü öldürmek aslanlık mıdır
|
|
|
|
 |
|
|
|
|